DEVLETİN TEMELİNE DİNAMİT KOYANLAR…
Son zamanlarda bölücü terör örgütü PKK’nın, gerek insan canına kasteden gerekse millî serveti yakan-yıkan saldırıları tahammül edilemeyecek boyutlara ulaştı. 10 gün içinde verilen şehit sayısı ondört. Ayrıca da, devlet içinde devlet yapılanması bir meydan okumaya dönüştü.
Bu durum halkımızı, haklı olarak endişelendiriyor, öfkelendiriyor.
2000’li yılların başında PKK terör örgütü sıfırlanmıştı. „Nasıl oldu da, bu bölücü örgüt bugün yeniden güç kazandı?“ ve „Türkiye‘nin can düşmanı olan örgütün ve kollarının bu derecede güçlenmesinin müsebbibi kimdir, kimlerdir..?“ sorusunun yanıtları aranmak zorundadır..!
Bu soruların yanıtını ararken belleklerimizi biraz yoklayalım:
Bir dönemin Başbakanı, kendisini dinleyen bindirilmiş kıtalara „CHP’nin yeni genel başkanı nereli?“ diye soruyor ve kendisi yanıtlıyor „Dersimli“. Hemen arkasıdan, gerçekleri yansıtmayan ikinci soruyu ekliyor: „Dersim’in köylerini, vergi vermediler diye, kim bombaladı?“ yine kendisi yanıt veriyor: „CHP bombaladı“.
Bu sözlerle aynı zamanda Kılıçdaroğlu‘nun sünnî değil alevi olduğu da vurgulanmış oluyordu…
Aynı Başbakan bir başka konuşmasında „CHP‘nin güttüğü siyaset Kürtleri ret ve inkâr siyasetiydi“ diyordu…
"Kürt Açılımı" söylemini anîden Türkiye'nin gündemine taşıyordu. Hem de "ne pahasına olursa olsun, biz bu sorunu çözeceğiz" kesin ifadesiyle…
Burada bir dakika düşünelim: "Her ne pahasına olursa olsun, Kürt sorununu çözeceğiz" ifadesini kesin bir dille kullanmak ne demektir? Herhalde şöyle düşünüyor olmalıydı dönemin Başbakanı: PKK ve TBMM'deki temsilcisi nasıl bir çözüm isterlerse onu gerçekleştireceğiz..!
İktidarını sürdürme uğruna, kimsenin içeriğini bilmediği „Açılım“ politikasıyla, bölücülerin her gün yeni taleplerde bulunmasını hatta devlete karşı isyan etmelerini adeta teşvik ediyordu.
Cumhurbaşkanı olduktan sonra da, meydanlarda AKP’ye 400 milletvekili isterken, Türkiye'de ret ve inkâr politikalarının kaldırıldığını belirterek, TRT Kurdî'nin 2009 yılından beri yayında olduğunu, cezaevlerinde annelerin evlâtlarıyla Kürtçe konuşabildiğini, Diyanet İşleri Başkanlığının Kürtçe Kur'an mealini bastırdığını anlatıyordu...
Başbakan Davutoğlu da Bitlis ve Adıyman’da yaptığı seçim konuşmalarında, aynı konuya değinerek şöyle diyordu: „Kürtçe ad bile yasaktı. Yasakları, inkâr ve asimilasyonu biz kaldırdık.“
Başbakan ve Başbakan'ın buyruklarına ters düşmeyen AKP'nin diğer bazı yöneticileri, 15 Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'de başlatılan kanlı PKK saldırısının 25. Yıldönümünde, genel olarak "Kürt Açılımı" adıyla anılan, ancak Başbakan tarafından, sanki Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının demokratik hakları yokmuş gibi, "Demokratik Açılım" olarak nitelenen bir geniş kapsamlı „açılım"dan söz ediyorlardı.
Artık, köy, kasaba ve kent isimlerini değiştirmeyi AKP’li yöneticiler başlatıyorlardı. Hem de Bitlis’in Güroymak ilçesinin adını Norşin olarak telaffuz eden 11. Cumhurbaşkanıyla…
„Açılım“ PKK ile mücadeleyi bırakıp, Oslo’da müzakereye başlayarak ve T.C. Devleti’ni teröristbaşının kuryesi durumuna indirgeyerek, sürüyordu.
„Açılım“ siyaseti çerçevesinde, bölücülere bir tartışma konusu daha sunuyordu AKP iktidarı: Türk, Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk adının, planlanan „yeni anayasadan“ çıkarılması…
Bu söylemlerle, başta dönemin başbakanı olmak üzere, AKP’nin ileri gelen yöneticileri, Kürtçüleri ve Tunceli Zazalarını, kendi yönettikleri devlete karşı adeta isyana teşvik ediyorlardı…
Artık, kimileri Seyit Rıza heykeli dikmeye, kimileri kent meydanlarına Şeyh Sait adı vermeye, kimileri belediyelerde Kürtçe tabelalar kullanmaya başlıyor, kimileri de kent, kasaba ve köy adlarını değiştirmeyi hızlandırıyorlardı.
İşte, bu gibi „açılımlarla“ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeline dinamit koyma siyaseti güden AKP’nin müsebbibi olduğu tüm bu olumsuz gelişmeler, verecekleri hesabın en önemli boyutunu oluşturmaktadır…
Bu nedenlerle, bir taraftan bölücü terör örgütü PKK’nın kanlı eylemleri, diğer taraftansa dinci-kinci terör örgütü IŞİD’in kanlı eylemleri, AKP-MHP cephesi „hayır“ dese de, her fırsatta CHP tarafından gündeme getirilmek zorundadır…
Yazımızı şu saptamamızla bitirelim:
Demokrasiler insanlık için en iyi rejim olabilir, ancak sandıktan, kendi kişisel çıkarlarını düşünen ucuz siyasetçiler değil de, devletin yarınını düşünen devlet adamları çıkarsa, bu rejime atfedilen sıfatın yerindeliği tartışılmaz…
AKP’nin, gerek dinci gerekse bölücü örgütler konusunda güttüğü siyaset çerçevesinde, demokrasinin sadece sandık bölümüne baktığını ve seçmeni halk olarak değil de parmak hesabı olarak gördüğünü unutmamak gerekir.
Bir devletin temeline dinamit koyanların, o devleti yönetmeye lâyık görülmüş olmalarının demokrasiyle ilgisi olduğunu söylemek olanaksızdır…
Çağdaş bir demokrasi sadece sandıktan ibaret değildir. Onun sağlıklı işlemesini sağlayacak kurumları vardır. Bu kurumlar ve devletin temelini oluşturan ilkeler gözetilmeden, adayların niteliğine bakılmadan, yalnızca biçimsel koşulların yerine getirildiği bir demokrasiyi savunmak, demokrat olmak için son derece yetersiz kalır. Ayrıca da, inanç sömürüsüyle maskelenen demokrasi özde değil sözde demokrasidir ve sonunda dikta rejimleri doğurarak, insanlığın başına bela olur. Tarihte bunun acı örnekleri çoktur…
Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı |